Yurdumun sıradan bir okulunda, sıradan bir öğretmen olan Beril, arkadaşıyla kafede buluştuğunda gününün mutsuz geçtiği her halinden belli oluyordu. Kız arkadaşını yanağından daha öperken söylenmeye başladı.
”Amaaan! Bıktım bu öğrencilerden her gün ayrı bir problem yaşıyorum. Her gün salak salak gülecek bir şeyler buluyorlar. İnan artık tahammülüm kalmadı. Hoş kalmadığı da bugün iyice belli oldu. Sınıftan atıverdim onu ama atmadan önce de güzelce bir iki tokat attım kafasına.” Onu dinlerken arkadaşı da bu sahneyi kafasında canlandırdığını her halinden belli ederek, haince ve zevk alarak gülümsedi. Beril devam etti. ” Dersi anlatırken dinlemeyip birbirlerine notlar gönderip mimikler yapıyorlardı. Bir iki dayandım ama en sonunda bir tanesini arkamdan dil çıkarırken gördüm. Salak tahtanın plastik kaplama olduğunu unutmuş. Oradan gördüm tabii. Uyarınca pişkin pişkin güldüler. Hepsi birden! İnanabiliyor musun? Bana! Güldüler. İşte o an kendimi kaybettim gülenlere bir güzel döşendim. Tutamadım doldurdukça doldurdum kendimi. Bana dil çıkaran var ya yanımda duran, arkadaşlarını arkamdan daha da komiklik yaparak meğer onları da güldürüyormuş. Oğlan benden iriydi. Çekindim onu atmaya, gülenlerden birini tuttum kolundan ‘ Ne daha gülüyorsun ayıp değil mi? deyip müdüre yolladım giderken de patlattım ensesine. Ohh! Rahatladım vallaha!”
Ardından Beril sinirsek bir kahkaha attı.
Arkadaşı da onu onaylar şekilde kahkahasına katılırken “Kızım bunlar canavar dayaktan başkası bunları yola getirmez. Eskilerin varmış bir bildiği. Sınıftan çıkarken ne biçim olmuştur ama yüzü. Düşünsene bak aynen böyle olmuştur. “ diye öğrencinin taklidini yaptı. İki arkadaş bu şekilde olayı ballandıra ballandıra birbirlerine anlatarak garip bir zevk dalgası içine girip kahkahalarını ardı ardına patlatıyorlardı.
Birden Beril sesli gülerken, ağzı yarım açık olarak, dondu kaldı. Ağzını kapattı, bir daha açtı. Yüzü kızardı, kaşları çatıldı. Ikınır gibi kendini gerdi.
-Olmuyor, çıkmıyor kahkaham Ağzım dondu sanki.
-Saçmalama olur mu öyle şey? Kahkaha bu.
-Bak açamıyorum ağzımı kafamı da geri atamıyorum. Yok kaybettim kahkahamı, gülmeyi bile deniyorum bak gitmiyor dudaklarım geriye. Beril panikledi bir anda tabii arkadaşı da. Eşya mı ki bu kaybolsun? Nereye gider? Kim alır? Beril bir anda ayağa fırladı. Bağırarak ve de ellerini dizlerine vurarak ” Gitti, gitti,” demeye başladı. Kafede haliyle kafalar onlara döndü. Beril panik halindeydi. Ayağa kalktı. Arkadaşının aklına bir şey gelmediğinden onu gıdıklamaya başladı. Gıdıklanmaya normalde dayanamayan Beril bu hareket karşısında kıvranıyor, hacı yatmaz gibi öne eğilip dikeliyordu ama kahkahasını çıkaramıyordu. Kahkaha kabızı olmuştu sanki. İnsanlar onlara şaşkın gözlerle bakmaya devam ediyordu. Arkadaşların arasındaki diyaloğu, şaşkınca dinliyorlardı. Artık ikisinde de kontrol falan yoktu. O’nu güldürmek için her şeyi denediler ama ağzını açıp bir türlü gülmeyi beceremiyordu. En son baktılar olmayacak, kafeden çıkıp, caddede yürümeye başladılar. Eğer Beril rahatlarsa güler zannettiler. O da olmadı, gülümseyemiyordu.
Beril’in ve arkadaşının o an bilmediği, kahkahanın insanlığı terk etmeye karar vermiş olmasıydı.
Beril dünyadaki ilk olaydı. Beril’in olayından on beş dakika sonra arkadaşı da kahkahasını kaybetti. Beril’in saçma hareketlerine gülerken bir anda o da kilitlendi. Ağzı dondu sanki. Ağzını hareket ettiremiyordu. “Bana da oluyor. Aman Allahım! Bulaşıcı mı bu ne? Farklı hiçbir şey olmadı ki hayatımda” diye yüksek sesle söylendi. Sonra onların hallerine gülen iki kadın gördü.” Ne gülüyorsunuz be?” diye bağırdı. Kadınların gülmesi bir anda kesildi ve onlar da donup kaldılar. “Ne komiktiler değil mi?” diyen kadın bir anda “Aaaa! gülemiyorum artık. Ne oldu? Bak senin de yüzün bir garip oldu.”
2. Kadın “Hadi canım olur mu öyle şey?” derken gülmeye çalıştı. Başaramadı. Panikleyip vitrin camına, kendilerine bakmak için yapıştılar. Yok, olmuyordu. Gülemiyorlardı. Vitrinine yapışanlara ”Çekilin “ demek için gelen dükkan sahibi durumu duyunca “ Manyak mısınız siz? Hey Allah’ım nelere çattık! Gidin şuradan” deyip isterik bir kahkaha atmak istedi ama onun da dudakları açılamadı.
-”N’oluyor ya? Ne yaptınız bana be?” 1. Kadın “vallaha bir şey yapmadık biz. Biz de gülemiyoruz.” Adam “Ne bu lan kamera şakası mı?”
-“Ne kamera şakası manyak mıyız biz böyle bir şey yapalım. Çıldıracağım gülemiyorum. Sinir geldi bana,” dedi ikinci kadın, saçlarını geriye doğru atarken. Dükkan sahibi kafasını kaldırıp etrafa caddeye şöyle bir baktı ve yerinde dondu kaldı. Kalabalık cadde bir anda kargaşaya sürüklenmişti. Boynuna, yüzüne dokunan yüzlerce insan, şaşkın halde, bağıra bağıra sorunu anlamaya dertlerini birilerine anlatmaya çalışıyordu.
Trafik akmaya devam ediyordu. Bu şehirde araba kullanırken mutlu olan çok az insan olduğundan, sürücüler kaldırımda kıvranan insanlara anlamsızca bakıyorlardı. Telefonda gülerek konuşan insanlar, bir anda dünyanın en ciddi bireylerine dönüştüler. O sırada dünyanın her yerinde kahkaha insanlığı aynı şekilde ve hızda terk ediyordu.
Bu caddede yaşananların benzerleri tüm dünyada da aynı anda oluyordu. Dünyadaki hiç kimse artık gülemiyordu.
Haftalar, aylar ilerledikçe insanlar sanki duruma biraz alışmış görünüyordu. Panik havası dağılmıştı. Hastanelere gidenler ise eli boş dönüyorlardı çünkü orada çalışanların durumu da onlardan farksızdı. Herkes mutsuz ve sinirliydi. Kimse bu olayın neden gerçekleştiğini anlayamıyordu. Tüm dünya çözüm bulmaya çalışıyordu. Televizyonlar sadece bu konuyu işliyordu. Acaba dünya uzaylıların saldırısına mı uğruyordu? Çernobil’in başka bir versiyonu muydu? Tanrı imansızları mı cezalandırıyordu? Bu yeni bir savaş silahı mıydı?
Dünyada artık eğlence sektörü diye bir şey yoktu. Komedi programları, şovları artık yoktu. Dizilerin, filmlerin, reklamın yenisi artık çekilmiyordu. Neşeli müzik, tiyatro yoktu. Hizmet sektörü neredeyse durmuştu. Bir yere gelindiğinde “Hoş geldiniz” diye müşterileri kapıda karşılayanlar artık gülmüyordu. Doktorlar, hemşireler hastalara “Bugün nasılsınız?” derken gülmüyorlardı. Garsonlar istenilen siparişleri kafaya atarcasına masaya bırakıyorlardı. Yemekler bile lezzetsiz oluyordu çünkü kimse sevgiyle yemek yapmıyordu. Ergenler artık okula bile gitmek istemiyordu çünkü orada her gün azarlanmaktan bıkmışlardı. Gerçi eskiden de azarlanıyorlardı ama bununla başa çıkmak için kendi aralarında espriler yapıp, gülebiliyorlardı. Sevgililer birer birer ayrılıyordu. İnsanların birbirleriyle iletişimi can sıkıcı ve de yakıcı oluyordu. Artık kimsenin kimseye tahammülü yoktu. Spor karşılaşmalarında sürekli kavgalar çıktığından, maçlar iptal ediliyordu. Alım gücü azalmış, insanlar sadece yemek için yaşar hale gelmişti. Ekonomiler sarsılmaya, iş hayatları dengesiz olmaya başlamıştı. Ortalık işsiz ve gülemeyen kişilerle doluydu. Her gece insanlar yataklarına girdiğinde en son “Acaba yarın gülebilecek miyim?” diye soruyorlardı. Her sabah ise uyandıkları ilk anda “Bugün gülebiliyor muyum? diye aynaya koşturuyorlardı. Suratlar her geçen gün daha da asılırken, vücutlarda serotonin hormonunun eksikliğinden dolayı kavgalar, anlayışsızlık ve mutsuzluk herkesin doğalı haline geliyordu. En pahalı anti depresanlar bile, bu olanların yanında etkisiz kalıyordu.
Kahkaha nereye gitmişti? Neden yok olmuştu? Geri gelir miydi? Tüm dünyanın konuştukları bu soruların etrafında dönüyordu. Kahkahanın eksikliği hissediliyordu. Bu sefer dünya orduları çaresizdi. Bu sefer devletler çaresizdi.
İnsanların o an bilmediği ise; kahkahanın kayboluş yolculuğunun ne uzaylılar ne de başka bir şey ile ilgisi olduğu idi.
Kahkaha ilk bedeni terk etmeye karar verdiğinde; “Yorgunum. Yüzyıllardır insanlığa hizmet etmekten yorgunum. Beni hor kullandılar. Kıymetim bilinmedi. Kimi zaman bir silah gibi, zavallı bir çocuğun yüzüne beni fışkırttılar. O çocuk kahkahalarla birlikte yerin dibine girerken, ben ise o ağızlardan çıktığıma pişman oldum. Kimi zaman kötülükleri içinden dolup taşanların ağzından öyle bir çıktım ki; geldiğim yerden utandım. Öyle bir hale getirildim ki “eğlence” adı altında insanların kurbanlarına verdikleri ilk sersemletici darbe oldum. Benimle karşılarındaki kişiyi öyle bir boğar hale getirdiler ki; kişi içindeki karanlığa mı aydınlığa mı sığınsın bilemedi. Kimi benim yüzünden doğru yoldan çıktı kimi benim sayemde doğru yollarında ilerledi. Bazen hasta, bazen güçsüz ve aciz birinin arkasından kirli oyunlar, planlar yapılırken de başrolde hep ben vardım. Üretilen her hain düşüncenin arkasından beni kullanarak zevk dalgalarının içinde yüzerlerken, ben acı dalgalarının içinde kavruluyordum. Mecburdum onların ağzından çıkmaya, istemesem bile. Onlara yakışmadığımı bile bile. Para dağlarının içinde kendini beğenmişliğinin zirvesindeyken de kullandılar beni. Kendinden fakir, küçük, farklı, eğitimsiz, cahil, desteksiz olanı hor görürken de, onları aşağılarken, geçici iktidarlarının gücüyle kıvrılan dudaklarının ucunda da ben vardım. Bir şeyler ” öğretiyorum” adı altında, korkuttuklarında da o dudaklarda ben vardım. Maalesef. Maalesef diyorum çünkü ben insanlığa verilmiş en büyük armağanlardan biriydim. Ama şimdi ben kimim? Bunu bulmam lazım. Gitmeliyim buralardan. Artık utancımdan kendime bakasım yok. Ben ne zaman insanlığın elinde silah oldum? Ne zaman kaybolmama izin verdim? Bilemiyorum. Yaratıcıma hesap vermeye çekiniyorum. Ben kendim bile olanı bilmezken ona ne diyeceğim? Bu son olay beni uyandırdı. O çocuğa, o öğretmen bunu yapmamalıydı. Olanlar son damlaydı. Hadi yola çıkma zamanı. Kendimi aklama zamanı. Bensiz yaşam nasıl olurmuş insanoğlu görsün. Geri dönüş yok artık.“ dedi.
Kahkaha kardeşi gülmeyi de yanına alarak gökyüzüne doğru süzüldü. Arkalarından gelen milyarlarca kopyaları tek tek her bedenden çıkarak onunla beraber yükseldiler. İnsanlar fark edebilmiş olsalardı; gökyüzünün maviliğinde, yükselen her bir kahkahanın arkasında, gökkuşağı renklerinin cümbüşü görülüyordu.
Kimisinin renkleri solmuştu. Kimisinin renklerinin arasında boşluklar vardı. Kimisinin de bazı renkleri kayıptı. Yorgundular. Olsun. Gidelim denmişti bir kere. Ayrıldıkları noktalarda hava durumu ne olursa olsun, ilerlemeye devam ettiler. Onlar ayrıldıkları için mutluydular. Bazıları ise ayrıldıkları için çok mutsuzdu. Hâlbuki yerlerinden memnundular. Her ağızdan saflıkla, neşeyle, pür sevgiyle çıkıyorlardı. Neden gittiklerini anlayamıyorlardı. Anlamazlardı tabi. Onlar çocukların, bebeklerin kahkahalarıydı.
Yolculuk sırasında göğe yükseldikçe eski zamanlarda içinde oldukları çeşitli bedenlerle karşılaşıyorlardı. Herbiriyle, tek tek. İlk karşılaştıkları şimdiye en yakın olan eski tarihlerdi. Göğün her katında daha da eskiyle yüzleşiyorlardı. Nasıl bu yıpranmışlık duygusuna geldiklerini anlamaya çalışıyorlardı. Her katta bir önceki halleriyle karşılaşıyorlardı. Arada dinlenmek için mola veriyorlardı. Mola süreleri bazen çok uzuyordu çünkü karşılaştıkları yıllarda zalimce kullanıldıkları anları daha iyi inceleyebiliyorlardı.
Özellikle savaş yıllarında daha bir uzun duruyorlardı. Eğer o anda o ağızdan çıkmamış olsalardı durum daha farklı olur mu diye inceliyorlardı. Yerlerinden mutlu olarak ayrılanlar da artık durumun ne kadar kötüleşmiş olduğunun farkındaydılar. Gerçeklerle yüzleşiyorlardı. Şu anda sahip oldukları bedenlerin ileride nasıl canavarlaşabildiklerini hatırlamışlardı. Kendilerini nasıl birer silah haline getirdiklerini görmüşlerdi.
Göğün katları arasındaki her molada, hepsi bir araya geldiğinde adeta renklerin dansı vardı. Her molada renkleri biraz daha parlıyordu. Her biri, masumane kullanıldıkları zamanı gördükçe, daha da arınıyordu. Eve iyice yaklaştıklarında neredeyse tüm insanlık tarihini gezmişlerdi. Son molada artık hepsi olabilecekleri en parlak hallerindeydi. Temizlenmiş, arınmışlardı. Toplandılar.
”Arkadaşlar ne gördük biz? Ne öğrendik biz bu yolculukta?” diye sordu bir kopya. Herkes bir anda konuşmaya başlayınca orijinal kahkaha ve kardeşi diğerlerinden daha fazla ışık yayarak, büyüdüler ve belirginleştiler. Kahkaha;” Arkadaşlar insanların yüzyıllar boyunca masumiyetlerini korudukları gibi, yüzyıllar boyunca da kaybettiklerini gördük. Bugüne dek gelinen her zaman diliminde daha da acımasızlaştıklarını gördük. Bunda hem fikir miyiz?” Hepsi yeşil ışıklarını belirginleştirerek onayladıklarını belirtti. Kahkaha devam etti.” Bizi hor kullandıkları gibi, kimisinin de bizi hayatlarında hiç kullanmadığını gördük. Bunda da hem fikir miyiz?” Toplulukta yine yeşil ışıklar belirdi. “ Bu insanlar bizi kendilerinden soğuttular. Hayat teknolojik olarak gelişip daha da kolaylaşmışken, neden ilk çağlardan daha çok bizi başka insanları yaralamak için kullandılar? Madem bu kadar kolaylık var, neden kendi içlerine dönüp kendilerine gülmediler? Neden kendilerini sevmediler de başkalarına zarar verdiler? Hem bugün eskiye göre daha fazla vakitleri var. Bunun cevabını bulan biri var mı?” dedi.
Tüm kopyaların ışıkları sabitti. Arada cevap verebilecek biri yoktu. Kahkaha devam etti. “ Ben söyleyeyim. İnsanlar kendi yeteneklerini teknolojiye kurban verdikleri gün boşluğa düştüler. Hırslandılar. En iyisine sahip olayım derken maneviyatı unuttular. Kendilerinin en iyi versiyonunu unuttular. Neden buradayız diye hiç sormadılar. Daha iyi insan olabilirim demeyi bıraktılar. İçindeki iyiyi gören birkaçıyla da alay ettiler. Onların uğraşlarına saçma, boş dediler. Bunlar hiç akıllanmadı. Artık yeter. Gördünüz. Asla öğrenmediler, asla da öğrenemeyecekler. Biz saf varlıklar olarak dünyaya geldik. İnsanlık için neşeydik, umuttuk, destektik. Onlar için yaratılmıştık. Ama artık onlar için benim hiç umudum yok. Benim umudum yokken de onlara yardım edemeyiz artık. Kendimi, eve dönüş yolunda hatırladım. Burada da uzun süre kalmayı planlıyorum. İnsanlara bir ders verilmeli artık. Bir tatili hak ettik. Biz güçlenmeliyiz. Biz saflığımızı korumalıyız. Benimle birlikte misiniz?”
Bu güçlü konuşmadan sonra, toplulukta gürültüyle beraber, yeşillerin bol olduğu bir ışık şöleni başladı. Tüm kopyalar onaylıyor görünüyordu. Heyecan dalgası geçip gittiği zaman, kahkaha topluluğunda tek tük kırmızı ışıklar yanmaya başladı.
Kırmızı ışıklar yandaşlıklarından olsa gerek bir araya toplandılar. İçlerinden biri; ” Ben eve gelmek istemiyorum. Tatil istemiyorum. İnsanlığın bize ihtiyacı var. Benim sahibim daha 3 aylık bebekti. Yeni tanımaya başlamıştı beni. Onu özledim.” dedi.
Öbürü ”Biz varken yaşamlarını berbat ettiler, biz yokken daha da beter olurlar. Hiç moralleri olmaz. Bizsiz daha iyi bir yaşamı hayal edemezler. Ölümler felaketler artacaktır,” dedi.
Başka bir tanesi ise “ Ne için yaratıldığımızı hatırlayın. Onlar için varız. Biz onlarsız ne yaparız? Görevimizi yerine getirmiyorken, onlar olmadan eksik sayılırız. Gelin vaz geçin bundan. Geri dönelim,” dedi.
Toplulukta bir anda yine ışık dalgalanması oldu. Yeşiller kırmızılar birbirine karışmaya başladı. Kimin neye evet veya hayır dediği belli olmuyordu. Kahkaha diğerlerinden daha da parlayarak “Yeter!” dedi. “Geriye dönmek isteyenler yeşil olsun. İstemeyenler kırmızı.” Yeşiller kırmızılara göre çok daha azdı ama yine de toplulukta ayrım vardı.
Kahkaha, yeşillerin hangi insanlara ait olduğuna baktı. Sahipleri ya bebekti ya da iki üç yaşlarında çocuklardı. Hepsinin önceki yaşamlarına baktı. Hepsi eskiden dürüst sevecen hayatlar yaşamışlardı. Ya da derslerini almışlardı. Daha iyiyi hak ediyorlardı. Onları cezalandırmak haksızlık olacaktı. Kahkaha kararını vermişti. “ Siz insanlığın başına gelmiş en yüce varlıklarsınız. Bu yüceliğinizin artık değerini bilin. İsteğiniz makuldür. Geri dönebilirsiniz.”
Bu sözleri duyan yeşiller, daha da bir sevinçle parladılar. “Uzun yokluğumuz insanlığı epey sarstı. Sahipleriniz kıymetinizi bileceklerdir. Olura da yoldan tekrar çıkarlarsa, sakın siz fırlamayın hemen o ağızlardan. Bir yumruk gibi kalın boğazlarında. Salmayın kendinizi ki; yapacaklarını düşünme payları olsun. Kirlettirmeyin kendinizi. İnanıyorum ki; sahipleriniz sizin layık olduğunuz şekilde davranacaklardır. Sevgiyi saygıyı tekrar insanoğluna öğreteceklerdir. Sizlerle karşılaştığında sizleri gerçekten anlayan, pişman olan kendi özünü bulmaya niyet eden ve bu yolda gerçekten çabalayan her insanın, buradaki kahkahası ona tekrar dönebilecektir.” dediği anda tüm kopya kahkahalar arasında yeniden gökkuşağı renklerinden oluşan cümbüş başladı. Yeşil kahkahalar arkadaşlarıyla vedalaşıp, tertemiz pırıl pırıl olarak insanlığa geri dönüş yolculuklarına başladılar.
Kahkahaların insanlığı terk edişinden bir yıl sonra dünya basını şu haberlerle sarsılıyordu.
”ARKADAŞLARIYLA OYNARKEN ANİDEN GÜLMEYE BAŞLAYAN İKİ YAŞINDAKİ ÇOCUK KİM?”
“BİR YAŞINDAKİ ÇOCUK ANNESİNİN KIZGIN YÜZÜNE BAKARKEN NASIL GÜLÜMSEDİ?”
“ PARKTA GÜLEN ÇOCUKLARIN FOTOĞRAFI İNTERNETTE FENOMEN OLDU.”
“OKULDA DERS VEREN BİR TÜRK ÖĞRETMEN, SINIFTA ANİDEN KAHKAHA ATMAYA BAŞLADI”
“DÜNYA LİDERLERİ BİRBİR GÜLÜMSEMEYE BAŞLADI.”
YAZAN: HANZADE TARAKÇIOĞLU
25 MART 2016